Charles Taylor ile tanışmama aracı olan bu kitap Çağrı Taşgetiren tarafından 2018 yılında yazılmış. Taşgetiren Felsefe eğitimi almış; ağırlıklı olarak modernite, siyaset felsefesi ve etik alanında çalışmalar yapan bir araştırma görevlisi. Bu kendisinin ilk kitabı ve aynı zamanda yüksek lisans tezi.

Taşgetiren, bu çalışmasında Batı dünyasının geçirdiği sosyal değişimi, yani modernite denilen olgunun oluşum sürecini Taylor’un çalışmaları ışığında derli toplu bir şekilde özetliyor.
Kitap, giriş, iki ana ve bir de sonuç bölümünden oluşuyor. Giriş bölümünde modernitenin temel ölçütlerinin neler olduğunu, ilk ana bölümde Charles Taylor’un hayatına yönelik bilgileri, ikinci ana bölümde ise Taylor’un modernite anlayışı ve eleştirisini okuyoruz.
Ben özelde bu kitabı, genelde ise Batı tarihini Kuran’ın “kitaplıların başlarına gelenlerden ders alma” buyruğunun bir gereği olarak okuyorum. Bu bağlamda kitaplıların bu süreçte ne hatalar yaptığını, bu hataların bedelinin neler olduğunu ve bu hatalardan nasıl kaçınabileceğimizi anlamaya çalışıyorum. Kitaplılar geldikleri noktada oldukları yerde durmuyorlar. Seçtikleri yeni yaşam biçimlerini (=dinlerini) yaymaya da çalışıyorlar. Zaten aksi mümkün değildir. “Ben sana karışmıyorum sen de bana karışamazsın“cıların anlamadığı şey bu. Yaşama verdiğiniz anlam, yani dininiz bireysel alanda yaşanabilinecek bir şey değildir. Kitaplıların bu yaptığı çok dikkat çekmiyor çünkü yaşama verdiklerini yeni anlamın adına din demiyorlar. Ekonomi diyorlar, özgürlük diyorlar mesela. Adına din denmediği için de bu yeni dinin yayılması için yapılanlar “misyonerlik” olarak görülmüyor. Oysa kitabı okuyorsanız bilirsiniz, kitaplıların bu yönde çalışacakları bizlere bildirilmiştir.
Giriş Bölümü
Taşgetiren, giriş bölümünün başlangıcında Anthony Giddens’e dayanarak modernitenin 17. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmış, Batı’ya özgün bir yaşam biçimi olarak tanımlıyor. Bu şekilde bir tanımlama zaten moderniteyi din olarak tanımlamak demektir. Birkaç cümle sonra ise modernitenin ölçütlerinden bahsederken “(…) aşkın olanla, diğer bir ifadeyle dinle bağlantıyı kesen modernitenin (…)” diye bir cümle kuruluyor. Bu cümle yazarın din tanımı hakkında sanırım biraz fikir veriyor. Dinsel olanı, modernliğin tanımladığı biçimde mitolojik olana, metafizik olana denkliyor.
Aslında modernite süreci ile birlikte Batılı toplumlarda meydana gelen ve dünyaya yayılmasına çalışılan şey din değiştirmenin ta kendisidir. Yani bu toplumlar hayata verdikleri anlamı ve bunun sonucu olarak da yaşam biçimlerini değiştiriyorlar. İyinin ve kötünün dayanağını değiştiriyorlar. Fakat bu yeni dine “din” denmediği için sanki artık dinsel olanla ilgilerini tamamen kesiyorlarmış gibi bir izlenim oluşuyor. Oysa bu mümkün değildir. Tolstoy’un eserlerinden hatırlanacağı aklı başında bir insan asla dinsiz yaşayamaz. İnsan olmanın ayırıcı niteliklerinden biri buradadır zaten. Günlük yaşamına anlam vermeyen, gün içerisinde neyi kovalayacağını düşünmeyen bir sümüklü böcek normaldir ama benzeri bir durum insan için normal ve mümkün değildir. İnsan üzerine düşünsün ya da düşünmesin bir şeyi, yani bir anlamı kovalayacaktır. Bu nedenle dinini terk ettiğinde onun yerine hemen başka bir din dolacaktır. Yani hayatına verdiği anlam değişecektir. Aksi mümkün değildir. Adına din densin veya denmesin, bir şey değişmiyor. Mümkün olduğunu savunanlar, anlamsız buldukları hayatlarını durdurarak ulaştıkları uçurumun kenarından atlamakla işe başlayabilirler.
Kitapta sıklıkla geçen modern kelimesi, Latince modernus kelimesinin karşılığıdır. Bu kelime çağdaşlık anlamına gelir. Bu bağlamda modernite, çağdaş olan değerlerin eskisinin yerini alması demektir. Gelenekten, eski olandan, uzundur yapılagelenden kopuşu ifade eder. Yani çağdaşlık kendi içerisinde yapısı gereği ilericiliği de taşır. İlericilik ise aşkın olan her şeyle ilişkisini sözde kesen modernite dininin dogmalarından biridir. Bunların hepsi birbirine yapışık giderler. Çünkü çıkış noktaları üç aşağı beş yukarı aynı yerdir.
Kitapta geleneksel toplumdan moderniteye geçiş dört ayrı boyutta değerlendiriyor. Bunlar bilgibilim (epistemolojik), ekonomi, siyaset ve kültür olarak sıralanıyor.
Bilgibilim boyutunda değişimin ateşini yakan isim Descartes’tır. Bilindiği üzere Descartes, bilgi teorisinde yöntem olarak kuşkuyu, çıkış noktası olarak ise özneyi benimsemiş bir düşünürdür. Bu yöntemin sonucunda o ana kadar edindiği tüm bilgileri sorgulayan Descartes, bu sorgulamanın sonucunda elinde olanların kesinlikten yoksun olduğu sonucuna ulaşır. Bunları düşünürken, tek şüphe edemeyeceği şeyin o an düşünmekte olan kendisi olduğuna karar verir ve ünlü “Cogito, ergo sum” (Düşünüyorum, o hâlde varım) önermesini ortaya çıkarır. Bilinç alanı (res cogitans) ve maddi alan (res extensa) adını verdiği ikilikten oluşan bir metafizik görüş geliştirir. Bu ise maddi dünya ile ruh dünyasını keskin bir şekilde birbirinden ayırmanın başlangıçı olmuştur.
Descartes’ın açtığı bu yolda bayrağı devralan ve bilimsel devrimi başlatan ise Newton’dur. Yine bilindiği üzere Newton’un evrensel çekim yasası, doğanın matematiksel bir düzende şaşmaz bir şekilde işlediğini savlar. Bu düşüncenin takipçisi Copernicus, güneş merkezli evren anlayışını savunarak kilisenin savunduğu yer merkezli evren anlayışını yıkmıştır. Dışarıdan sıradan gibi görünen bu olay, kendisini yanılmaz zanneden kilisenin sorgulanmasının önünü açan olaylardan biridir. Yazıya döktüğümüzde soyut gibi gözükse de, bu gibi olaylar insanların yaşama verdikleri anlamı değiştirme konusunda çok etkili olabiliyorlar. Bu kitap bu soyut denebilecek şeylerin meydana getirdiği değişime tanık olabilmek açısından önemli.
Bu olayların toplamında ortaya çıkan durum ise özetle şudur: modern dönemde evren artık ilahi niteliği olmayan, mekanik olarak düzenlenmiş, matematiksel, determinist yasalara göre işleyen bir yapı olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu ise modernlik öncesi dönemdeki evrene ilişkin “evren kitabı” düşüncesinden, “kozmik bir otomat” olan evren düşüncesine geçişi başlatmıştır.
Siyasi boyuta baktığımızda ise Katolik Kilisesi’nin otoritesinin sarsılmasının bir başlangıçı olarak Reformasyon hareketini görüyoruz. -Bu hareket biraz incelendiğinde günümüzdeki Yalnızca Kuran hareketini anımsatmıyor değil. Dikkatli okuyucular bunu fark edeceklerdir.- Hareketin başlatıcısı Martin Luther’dir. Luther bilindiği gibi özellikle kilisenin endüljans adı altında para karşılığı günahları affetmesininden çok rahatsızdı. Bu rahatsızlığını dile getirmek için 1517’de, Wittenberg Kilisesi’nin kapısına 95 maddelik bir bildiri asmıştı. Bu bildiride endüljansların günahların affedilmesinde işe yaramayacağını, affedilmenin tek yolunun Tanrı’dan geçtiğini ve bu yolda tek otoritenin İncil olduğunu söylüyordu.
Modernitenin ekonomik boyutunda ise kapitalizmi görüyoruz. Yine Avrupa’da ortaya çıkan bu görüşte üç temel ilke olduğunu hatırlatmakta fayda var: özel mülkiyet, sermayenin temel üretim aracı oluşu ve serbest piyasa ekonomisi. 16. yüzyılda feodalizm içinde oluşan sermaye birikimi ve ticaretin yaygınlaşmasının kapitalizmi doğurduğu söylenir. Sonrasında ticaretin artmasıyla şehirlerde nüfus artışı bunu izlemiş, bu nüfusun beslenebilmesi için gereken yeni kaynak arayışları ise sömürgeciliği doğurmuştur. İnsan arttıkça artan talep karşılanamayınca seri üretim gündeme gelmiş, bu da teknolojik gelişmeyi ve endüstri devrimini tetiklemiştir.
Modernitenin politik boyutunda ise insanlar arasındaki eşitlik düşüncesini görüyoruz. Modernite öncesi toplumlarda yer alan hiyerarşik yapılar, modernitenin bu düşüncesi sonucunda reddedilmeye başlanmıştır. Toplum, birey ötesi bir yapı olmaktansa bireyin inşa ettiği bir yapı olarak düşünülmüştür. Bu düşünce günümüz liberal düşüncenin çıkış noktasıdır diyebiliriz. Hugo Grotius, bu düşüncenin temelini atmıştı. Ona göre insanın doğal hukuktan kaynaklanan hakları ve sorumlulukları vardı. Bu hak ve sorumluluklar insandan bağımsızdı ve tıpkı matematik yasaları gibi değiştirilemezdi. Devlet ise bu doğal hak ve sorumlulukları korumak için oluşturulan yapıydı. Grotius’dan bayrağı devralan ve liberal devletin temellerini atan John Locke ise, düşüncelerinde doğa durumu tezinden yola çıkmıştır. Doğa durumu, kimsenin kimse üzerinde bir otorite kurmadığı, siyasal anlamda tüm gücün ve yetkinin herkese ait olduğu bir özgürlük durumu olarak tanımlanabilir. Bu, herkesin istediğini yapabilmesi anlamına gelmiyor tabi. Bu durumda herkesin uymakla yükümlü olduğu doğal hukuk adı verilen hukuk geçerlidir. Doğal hukuk ise, Tanrı’nın doğaya yerleştirdiği ve insanın aklıyla keşfedebileceği yasalardır. Bu yasaları uygulatan bir otorite olmadığı için bu kanunu uygulama yetkisi herkese aittir. Fakat insanın yakınlarını haksızca kayırabilmesi, duygularına kapılıp yanılması tehlikesine karşı devlet kurumu ortaya çıkar. Yani Locke, devleti bireyin temel haklarının korunması amacıyla ortaya çıkmış bir yapı olarak görür. Bu bağlamda Locke’un düşüncelerinin esas noktası bireylerin eşitliğinin ve özgürlüğünün koruma altına alınmasıdır diyebiliriz. Locke’un bu düşünceleri, bir internet sayfasında çok soyut ve önemsiz gibi gözükse de İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin gerçekleşmesinde etkili olmuştu, hatırlayalım.
Son olarak modernitenin kültürel boyutu ise Aydınlanma düşüncesi ile ilgilidir. Hatırlanacağı üzere Kant, Aydınlanma düşüncesini “İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumu“ndan kurtulma olarak tanımlanmıştı. Bu durum aklını başka birinin kılavuzluğuna devretmekle eşanlamlıydı. Kant, bu düşüncesini “Aklını kendin kullanma cesaretini göster” sözü ile Aydınlanma’nın adeta parolası haline getirmişti. Bu ise, başta din olmak üzere diğer başvuru noktalarının devre dışı bırakılması demekti. Tabi burada dini, bu düşüncelerde temel olarak kabul gören tanımıyla kullanıyoruz. Aslında burada bir parantez açıp sormak gerekir. Tamamı toplumsal pratiklerle ilgili olan din, nasıl olacak da toplumsal alanda başvuru merkezi olmaktan çıkacak? Burada dinin ne olduğu sorusuna verilen cevap önemli. Taylor’un kendi kitabında dinin tanımını yapılıyor mu bilmiyorum, fakat Taşgetiren eğer ben tanımın olduğu sayfayı unutup atlamadıysam kitabına bu tanımı aktarmamış. Kitapta gördüğüm kadarıyla din, mitoloji ve tapınak törenleri anlamıyla kullanılıyor.
Tüm bu anlatılanların sonucunda modernitenin temel ölçütleri rasyonalite, sekülerite ve bireycilik olmaktadır. Dünya artık ilahi niteliğinden arıtıldığı için geriye anlam adına bir şey kalmamaktadır. Yalnızca, bu ölçütler ışığında insanın faydasını arttırmasını öğütleyen, acıdan kaçıp hazzı arttıran bir dünya görüşü kalmaktadır. Bu da kitapta bahsedilen sosyal değişim (veya din değişimi) sürecinde tüm istekleri meşru sayılan ve tatmin edilme hakkına sahip olan araçsal akıl aracılığıyla yapılacaktır.
Aydınlanma düşünürlerinin hemen hepsinin atladığı nokta, insanın aşkın olan ile bağını hiçbir zaman kesemeyeceğidir. Aşkın olana karşı insanın duyduğu ihtiyaç, yeri hiçbir zaman boş bırakılamayacak bir ihtiyaçtır. Sekülerlik bunun aksini savunur ve insanın aşkın olan ile bağını koparması gerektiğini buyurur. Aslında kendisi boşalttığı koltuğu gözüne kestirmiştir. Bunu yapabilmesi için dinin toplumsal değil bireysel bir mesele olduğunu insanlara kabul ettirmesi ve yerine konulacak olanların din adı altında anılmaması gerekiyordu. Tam da öyle oldu.
İkinci Ana Bölüm: Charles Taylor, Modernite ve Eleştirisi
Bu ikinci ana bölüm, giriş bölümünde özet geçilen ölçütlerin daha geniş açıklamalarını ve ortaya çıkışlarının tarihsel süreçlerinin incelenmesini içeriyor. İlk ana bölümde Taylor ile bilgiler verildiğinden o kısmı atlıyorum.
DESCARTES VE BAĞLANTISIZ AKIL – Taylor’a göre Descartes’ın cogitosu modern bilgibilim anlayışının dönüm noktasıdır. Bu bağlamda Descartes’ın bilgi teorisindeki temel nokta onun doğaya bakışıdır. Modern öncesi dönemin aksine Descartes mekanik bir doğa anlayışını benimsemiştir.
Modern öncesi evren anlayışının ortadan kalkması ve doğanın nesneleştirilmesi, insan ve doğa arasındaki bağı koparmıştır. Artık insan doğanın bir parçası değil, dışarıdan bir gözlemci konumundadır. Bu görüşe yönelik eleştiriler yapılmıştır. Örneğin Pascal mekanik bir doğa anlayışının sonucunu öngörmüş, insanın kendini doğanın dışında düşünmesini kaygıyla karşılamış bu kaygısını “Eğer ruhunu kaybediyorsa, evreni kazanmak insanın ne işine yarayacak?” sorusuyla dile getirmiştir.
Taylor bu mekanik doğa anlayışının yayılmacı bir etkisinin olduğunu düşünmektedir. Bu mekanik doğa anlayışı bir yerden sonra öylesine yerleşmiştir ki, tersinden bir bakış açısıyla gerçeklik hem onun kavrayabildiği alan olarak anlaşılmış, hem de gerçekliği dikte etme yetkisini kendinde görür hale gelmiştir.
Descartes ile ilgili diğer önemli bir konu ise onun Tanrı anlayışıdır. Daha önceleri “anlamak için inanıyorum” cümlesinde özetlenen düşünce, Descartes tarafında “anlamak için şüphe ediyorum” cümlesi ile özetlenmeye başlanmıştır. Yine bir örnek olarak önceleri içe dönük arayış, Tanrı karşısında kendi yetersizliğini anlamak ve bunun sonucunda da Tanrı’ya ulaşmak amacıyla bir araç olarak kullanılırken Descartes tarafında bu kendi kendine yeterli oluşun kesin kanıtı olmuştur. Bununla ilişkili olarak Descartes’ın “özgür irade insanın en asli niteliğidir ve onu Tanrı ile neredeyse eşit konuma yerleştirir” sözü bilinmektedir. Bu bağlamda modern özneyi Tanrılaştırmaya yönelen üç isim arasında (Luther ve Rousseau ile birlikte) Descartes’ın da adı geçmektedir. Ona göre “insan olarak yetersiz oluşumuz, bizde, mükemmel bir varlık olan Tanrı düşüncesini doğurur“. Buna göre Tanrı, benlik duygumuzdan ürettiğimiz bir çıkarımdır. Descartes’ın içinde, zihninde görmüş olduğu şey öncelikle kendisidir. Bununla bağlantısız özne, dünya karşısında kendine Tanrısal bir yer edinmiş olur. Bu da zamanla yaradancılığa (deizm) giden yolu açar. Böylelikle Tanrı insanın gelecekteki dünyevi amaçları için bir anlam ifade etmez olur. Tanrı’nın fonksiyonu kuruculukla sınırlandırıldığı için Tanrı ile hayat içerisinde yeniden karşılaşmak söz konusu olmaz. Böylece dünya hayatı, sonsuz bir öte hayat olmaksızın kendi başına yeterli ve değerli sanılmaktadır. Bunun sonucu ise zaman içerisinde doğanın insanın pratik amaçlarına uygun olarak kullanılması, hatta yenilmeye çalılışması olmaktadır. İşte bu süreçte yaradancılığa açılmış olan bu aralıktan, yazının ilerleyen kısımlarında görebileceğiniz gibi bir yerden sonra hiççilik (nihilizm) karanlığı fışkıracaktır.
BÜYÜNÜN BOZULMASI – Weber bu ifadeyi modern dünyadaki rasyonelleşmeyi anlatmak için kullanmaktadır. Weber’e göre, büyünün bozulması bilim ve teknolojideki gelişmelerle birlikte hayatın her alanında bir rasyonelleşme ve entelektüelleşme sürecinin başlaması demektir. Artık insanın önünde hesap edilemeyecek bir şey yoktur. Her şey, hesap edilebilir, kontrol edilebilir niteliktedir. Weber’e göre modern dünyada Tanrı, insanlar tarafından toplumdan sürülmüştür. Protestanlık ise bunda önemli bir rol oynamıştır.
Taylor da Weber gibi büyünün bozulmasının modernitenin oluşumunda ve Batı’nın sekülarizasyon sürecinde etkili olduğu düşüncesine sahiptir. Yaşanan değişimin, tarihsel sürecin incelenmesiyle anlaşılabileceğini düşünür. Buradan hareketle modernlik öncesi ve modernlik dönemini şu şekilde karşılaştırır: Büyüsü bozulmamış dünyada insanlar başta Tanrı olmak üzere ruhlar, cinler, şeytanlar gibi metafizik varlıklara inanırlardı. Bu varlıkların insan üzerinde olumlu ya da olumsuz etkilerinden söz edilirdi. Büyünün bozulması işte bu varlıklara olan inanışın ortadan kalkması ve bu alana ilişkin bilgilerin tartışmaya açılması demekti.
Büyülü dünyanın en temel özelliği ruhların varlığına olan inançtır ve Tanrı da ruhsal bir varlıktır. Sadece iyiliğin değil kötülüğün de olduğu dünyada Tanrı iyiliğin üstün geleceğinin teminatıdır ve insanlar için vazgeçilmezdir. Bu nedenle de büyülü dünyada inançsızlık yaygın bir seçenek değildir. Büyülü dünyanın bir diğer özelliği ise maddi ve ruhsal dünyanın iç içe geçmiş olmasıdır. Her iki taraf da birbirine etki eder.
TELEOLOJİK KOZMOSTAN MEKANİK EVRENE – Büyünün bozulmasının temel sebeplerinden biri insanın evren düşüncesinin değişmesidir. Bu düşüncedeki değişim belli sınırları olan, durağan bir evren anlayışından, sonsuz genişlikte, sınırsız ve yüzyıllar içinde evrim geçiren bir evren düşüncesine geçişle olmuştur. Bu yeni evren düşüncesi Taylor’a göre insanlık tarihinde ilk defa bir tasarıya göre biçimlendirilmemiş, belli bir amaca göre düzenlenmemiş ve sınırları olmayan bir varoluşu ifade etmektedir.
Kozmosun önemli bir özelliği bütün varlıkların ilahi bir düzen içerisinde hiyerarşik bir şekilde düzenlenmiş olmasıdır. Büyük varlık zinciri şeklinde adlandırılan bu yapıda ruh nasıl beden üzerinde hakimiyet sahibiyse kral da ülkesinin hakimidir. Bu bağlamda kozmos içerisindeki farklı nitelikteki varlıklar birbirlerini bütünlerler.
Büyünün bozulması ile teleolojik evren anlayışından mekanik evren anlayışına geçilmiş olur. Taylor’a göre bu noktada bilimin modern inançsızlığın oluşmasında tek başına belirleyici olduğu düşüncesi bir yanılgıdır. Taylor’a göre asıl olan insanların kozmik anlayışlarının değişmesidir. İnsanların kozmos anlayışları mekanik tarafa geçtikçe dünya yaşamına bakış da mekanik bir bakış açısına dönüşmüştür. Bu nedenle modern bilimsel yaklaşım bu dünyaya araçsal bir bakış açısına sahiptir. Bunun en belirgin örneğini Francis Bacon’da görmek mümkündür. Onun amacı bilimsel bilgiden çok doğaya egemen olmaktır. Ona göre bilginin esas amacı insana faydalı olmak, doğa üzerinde hakimiyet kurmak, herkesin mutluluğunu sağlamaktır. Bilginin bunun ötesinde bir amacı yoktur. Ancak insanın dünyaya hakim olabilmesi için önce onun yapısını anlaması gerekir. Bu da doğaya uymakla mümkün olur. “Doğayı ona boyun eğerek yeneriz.” Bu sayede Bacon, bilim alanında değerlerin yeniden tanımlanmasını gerçekleştirmiş oluyordu.
TAMPONLANMIŞ BENLİK – Tamponlanmış benlik, esasen evrende insan dışında bir bilinç kaynağı göremeyen bir zihnin oluşturduğu benlik anlayışıdır. Buradaki tampon kelimesi, kişinin metafizik alanla arasına mesafe koymasından gelir. Bu, benlik büyüsü bozulmuş dünya için geçerlidir. Taylor, büyüsü bozulmamış dünyada ruh-madde alanı karşılıklı olarak birbirini etkilediği için geçirgen benlik tanımını tamponlanmış benliğin karşıtı olarak kullanmaktadır. Yani özetle tamponlanmış benlik dış dünya ile araya bir mesafe koyma; geçirgen benlik işe dış dünyanın etkisine açık olmadır. Taylor’a göre insan geçirgen benliğe zaman zaman nostaljik bir özlem duymaktadır. Esrarengiz, gizemli, doğaüstü filmler izlemesinin bununla bağlantılı olduğunu söylemektedir.
Modern insan, ruhsal alanla bağlantısını kesmiş olmasını bir başarı olarak görmektedir. Temel nitelikleri güç, akıl, incinmezlik olan modern insan merkezli benlik bilinci, kendisini geçmişe kıyasla ileri, olgunlaşmış bir bilinç düzeyi olarak addeder. Esas övündüğü şey budur. Bunun aracılığıyla büyülü dünyaya ait korkulardan kurtulması modern benlik bilincinin tarihi bir boyutuna da işaret etmektedir. “Modern”, “gerici”, “ilerici”, ve “Ortaçağ’dan kalma” tabirleri bu tarihsel kıyaslama sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunu modern benliğin kendisine duyduğu güven ve dünyanın nesneleştirilmesi ile birleştirdiğimizde ortaya insanın dünya üzerinde güç, kontrol sahibi olma, fethetme duyguları izlemiştir. Modern doğa biliminin gidişatına bu açıdan bakmak gerekir. Şimdiye kadar gelinen nokta, insana, açığa çıkmamış hiçbir sır kalmayacağı yanılgısına sürüklemektedir. İşte bu modern benliğin oluşumu, inançsızlığa ve hümanizme giden yolu açmıştır. Evrenle ve Tanrı’yla bağlantısını kesen insan için hümanizm temel bir seçenek, belki de tek seçim olmuştur.
SEKÜLERİZASYON – Sekülerizasyonun temel niteliklerinden biri aşkın olanla bağlantıyı kesme ve hayatı rasyonalite ekseninde yaşamaktır. Taylor’a göre bu süreç ancak tarihsel çerçevede anlaşılabilir. Bu bağlamda Taylor sekülerizmi üç kategoride değerlendiriyor. Bunlardan ilki kamusal alanla ilgili olan sekülerizm. Bu bağlamda artık günlük yaşamda ekonomi, eğitim ve siyaset gibi alanlarda Tanrı-din başvuru kaynağı olarak kabul edilmiyor. Onun yerine örneğin ekonomi başvuru kaynağı olarak kabul ediliyor. Aslında bu eşkoşmanın ta kendisidir. Örneğin modern dünya size ihtiyaçlarınızın sınırsız olduğunu ve sürekli olarak tüketmenizi buyuruyorsa ve siz bu buyruğu takip ediyorsanız bu modern dünyanın kurallarını, Allah’a eş koşmanız anlamına geliyor olabilir. Bu kısımda sekülerite görüntülerinden örnekler verilirken “hukukta ilkelerin Tanrısal bir normla değil, akılla belirlenmesi” diye bir cümle geçiyor. Bu cümle kendi içerisinde Tanrısal olanın akıl dışı olduğu dogmasını içeriyor. Belki kilise akıl dışıdır, fakat Tanrı’nın olmadığı kesin.
Bir iki cümle sonrasında ABD örnek verilerek, her ne kadar toplumsal alandan din çekilmiş olsa da, bireysel alanda ABD’de dinin yer tuttuğundan bahsediliyor. Dinin tanımı yapılmadığında böyle cümleler sanki anlam ifade ediyormuş gibi geliyor. Oysa yukarıda bahsedildiği gibi dinin yeri boş bırakılamaz ve din çoğunlukla bireysel olanla değil toplumsal olanla ilgilidir. Bu bağlamda ABD’de de toplumsal ilişkileri belirleyen bir din vardır, fakat adına din denmediği için din olmadığı sanılır. Merak edenler bu dini incelemeye ABD yurttaşlarının ettiği bağlılık yeminini inceleyerek başlayabilirler.
İkinci tür sekülerizm olarak dini inanış ve pratiğin zayıflamasından bahsediyor. Bu türle ilgili örnek olarak Tanrı’ya inanan ve kiliseye giden kişilerin sayısının azalmasından bahsediyor. Her ikisinde de biçimsellik göze çarpıyor. Öncelikle Tanrı’ya inanmanın ve kiliseye gitmenin ne anlama geldiğini sormak lazım. Bu soruya vereceğiniz cevap sonuçları şüphesiz etkileyecektir. Örneğin toplumumuzun büyük çoğunluğu Tanrı’ya inandığını savlamaktadır fakat bunun pratik yaşamdaki karşılığı nedir? Tanrı’ya inandığını söylemek günlük yaşamda neyi değiştirmektedir? Esas önemli olan soru budur. Veya bir diğer örnek: toplumumuzda büyük bir çoğunluk cuma günleri camiye gitmektedir. Peki, bunun doğurduğu sonuç nedir? Cuma günleri camiye gidiyor olmak bu insanların yaşamını nasıl etkilemektedir? Gün içerisinde verdikleri kararlara etki etmekte midir? Esas sorulması gereken sorular bunlardır.
Üçüncü tür sekülerizm ise inancın bağlayıcılığında gerçekleşen kayıp olarak sunuluyor. Buna göre dün sorgulanamayan Tanrı’ya inanç, bugün mevcut yaklaşımlar içerisinden bir seçenek haline gelmiştir deniyor. Taylor, ağırlıklı olarak bu üçüncü tip üzerinde duruyor ve bu tipin oluşma sürecini de üç aşamada inceliyor: Hristiyanlığın yaşadığı reform, bu reform sonrası gelen yaradancılık ve yaradancılığın doğurduğu hümanizm. Bu son ikisi gündelik hayatı insan merkezli ele alır. İlki ise sonraki ikinin yolunu açan harekettir. Bilindiği üzere bu hareket sonucunda oluşan Protestanlık çeşitli temellendirmeler aracılığıyla dünya hayatına verilen önemi arttırmıştır. Üretmeyi ve işi övmüştür, “ibadet” saymıştır. Daha öncesinde aşağılık olarak görülen gündelik hayat, artık esas olmaya başlamıştır. Bu düşünce zamanla daha başka bir üst düşünceyi kabul etmeyen, bir kendi kendine yeterlilik hâline dönüşmüştür. Bu düşüncenin ise tek hedefi insanın daha fazla gelişmesi, ilerlemesidir.
REFORMASYON – Burada Hristiyan reformuna geliyoruz. Almanya’da ortaya çıkan bu hareketin başlıca sebebi -yaygın görüşe göre- Katolik Kilisesi’ne tepki vermek ve yalnızca İncil’e dayalı bir din inşa etmekti. Bu yönüyle bu hareket kulağa çok ilginç geliyor. Çünkü günümüzde de müslümanlar arasında azınlık bir kesimde buna benzer bir arayış görünüyor. Hareket, İncil’in kapsayıcılığını arttırmak umuduyla Katolik Kilisesi’nin etkisini azaltmayı ve İncil’in herkes tarafından okunmasını amaçlıyordu. Savunucuları kurtuluşun kilise aracılığıyla değil Tanrı’nın kayrasıyla olacağını savunuyorlardı.
Bilindiği üzere bu hareketin devamında Martin Luther ve Jean Calvin öncülüğünde Protestanlık akımı oluşmuştu. Reform hareketinde olduğu gibi kilise aracılığıyla kurtuluş reddedilmiş, kutsal kitabın kendisine verilen önem artmıştır. Kilisenin kurduğu sisteme göre Tanrı’nın kayrası, insanlara kilise aracılığı ile geçiyordu. Azizler bu kayranın taşınmasında öncülerdi. Reform hareketi en başta bu kutsallık bağını kopardı. Bu durum, insanların kiliseye olan ihtiyacını giderek azaltmış, kişisel bağlılık ve inanç yoluyla kişilerin İncil’i okuyarak kurtuluşa ulaşabileceği fikrini beslemiştir. Böylece herkes Tanrı ile ilişkisinde tek başına kalmıştır. Kiliseyle ve doğal olarak gerçekleştirilen bazı sakramentlerle1 olan ilişkinin zayıflayıp kopması manastır yaşam biçiminin de reddini doğurmuştur. Taylor’a göre bu durum, “büyünün bozulmasının” da motorudur. Bu düşüncenin en belirgin yansıması Calvin’de görülüyordu. Ona göre Tanrı’nın gücü sakramentler veya başka kutsallık atfedilen şeyler tarafından iletilemezdi. Bu Tanrı’ya ait bir gücü insanlara veya başka nesnelere atfetmek demekti. Bu nedenle azizlerin şefaat etme yetkisi yoktu.
Kilisenin ve sakramentlerin reddedilmesi, belirli bir yere kutsallık atfedilmesini ortadan kaldırmış, onun yerine inanan için her yerin kutsal olması düşüncesini geçirmişti. Calvin’e göre insan kalbini bütünüyle Tanrı’ya açmalı ve bundan böyle başka şeylerden yardım ummamalıydı. Aslında bu, daha öncesine kadar yapılagelen çoğu şeyin reddi demekti. Bu da devamında geleneğin toptan reddine kapı açıyordu.
Protestanlık akımına göre Tanrı, kelam olarak düşünülmeliydi. Onlara göre Tanrı, insana kendini kelam olarak bildiriyordu. Vahiy, cisimleşmiş kelam; iman ise kelamın kabul edilmesiydi. Buradan Tanrı ile insan arasında karşılıklı bir ilişki ortaya çıkıyordu. Bundan dolayıdır ki Protestanlar vaaza, yani kelamın insanlara iletilmesine önem vermişlerdir. Böylece kilise de yalnızca kelamın insanlara ulaştırıldığı yer oluyordu. Kendiliğinden bir kutsallığı yoktu. Protestan papazlar da yalnızca kelamın hizmetçileriydi. Bu bağlamda Protestanlık, kutsal kitabın okunmasına büyük önem veriyordu. Önceden bahsettiğimiz gibi kilisenin kurtuluş ile ilgili aracılığı reddedilince, ruhban sınıfına olan ihtiyaç da aradan kalkmış oluyordu. Ruhban sınıfın reddedilmesi ise, sıradan halkın da manevi değerinin onaylanması demekti.
Sonuçta manastır yaşamının reddedilişinin yerine Tanrı’nın amacının günlük hayat içerisinde gerçekleştirileceğine illişkin düşünce almaya başladı. Luther, bu düşünceyi kendi hayatında gerçekleştirmiş, keşişliği bırakıp bir rahibe ile evlenmişti. Reform hareketinin bu yaklaşımı, modernitenin gündelik hayatı insan ekseninde onaylamasının habercisi olarak görülmektedir.
Dolayısıyla bu görüşe göre gerçek kutsal hayat gündelik hayatın ta kendisi oluyordu. Evde, işte, sokakta ve diğer her yerde basbayağı ibadet edercesine bir yaşam sürülmeliydi. Luther, keşişliğin bir bencillik örneği olduğunu, dünyevi uğraşların yerine getirilmesinin ise Tanrı’nın rızasına uygun tek yaşama biçimi olduğunu söylüyordu. Bu düşünceyi mesleğin kutsanması takip etmiştir. Çünkü mesleğin gerçekleştirilmesi aracılığıyla diğer insanlara hizmet ediliyordu. Bu ise dolaylı olarak Tanrı’ya da hizmet etmek demekti.
Toparlarsak, reforumcuların Tanrı-insan-dünya görüşüne göre Tanrı, dünyayı insan için yaratmış ve dünyadaki her şeyin insanın kullanımına vermiştir. İnsanın görevi ise Tanrı’yı yüceltmek ve ona hizmet etmektir. Bu bağlamda, kullanımına verilen şeyleri bu amaç uğrunda kullanmalıdır. Eğer bu amaçtan saparsa günah işlemiş olur. Bu nedenle insan, eşyayı Tanrı’nın kendisi için yaratmış olduğu nesneler olarak görmeli ve kabul etmeli, ancak onlarla arasındaki mesafeyi de hep korumalıdır.
Dünya işlerinin, mesleğin kutsanması Max Weber’in görüşüne göre kapitalizmin oluşmasında da etkili olmuştur. Mesleğin kutsanması inancı köklerini Kalvinizm’den türemiş olan İngiliz Püritenliğinde bulur. Püritenlikte insanların kutsanmışlıklarını garanti altına almak için var güçleriyle çalışmaları gerekir. İnsanlar çalışarak Tanrı’ya hizmet etmiş, ve onun şanını yüceltmiş olurlar. Bu nedenle zaman çok değerlidir ve boşa kullanılmamalıdır. Bu düşüncelerin sonucu olarak Püritenler, çok disiplinli bir hayat yaşamışlardır. Her ne kadar bu düşüncelerin amacı para olmasa da çok çalışmanın ve idareli harcamanın sonucu dolaylı olarak sermaye birikimini tetiklemiştir. Kazanılan tüketilmediği için tekrar üretim için kullanılmıştır. Weber’e göre bu dini hareket ilk zamanlarda mesleki bir erdeme yol açmış olsa da, sonraları dini duygunun etkisi kaybolmuş ve yerini dünyevi faydacılığa bırakmıştır.
Reformasyonun gündelik hayata verdiği önemin sonuçlarından ayrı bir kitap çıkar. Örneğin Protestanlık ile bilimsel gelişmenin de bağlantılı olduğu yazılır. Taylor, Bacon’ın bakışının Püriten bir arkaplana dayandığını söyler. Peki bu çıkarım nereden gelmektedir? Bacon’ın anlayışına göre bilimin tek gayesi insanlığa faydalı olmaktır. Bilimdeki tefekkür anlayışından Bacon’ın getirdiği üretici etkinlik anlayışına geçiş İncil’de yer alan insanın yeryüzünde Tanrı’nın hizmetkârı olduğu düşüncesine dayanmaktadır.İnsanlar bilim yaparak yeryüzündeki hayatın devamını sağlarlar. Bu da Tanrı’nın istediğidir. Dolayısıyla çalışıp üreten kişi, bir bağlamda “ibadet” ediyor olmaktadır.
RASYONALİZE EDİLMİŞ HIRİSTİYANLIK – Bu derece rasyonelleşen (?) din görüşüne son hamleyi yapan isim ise John Locke olmuştur. Doğal hukuk düşüncesinin savunucusu olan Locke’a göre, doğal hukuk akıl aracılığıyla bulunabilirdi. Bu hukuka göre bütün insanlar özgür ve eşittir. Bu nedenle kimsenin başkasının hayatına, özgürlüğüne ve mülkiyetine zarar verme hakkı yoktur. İnsanlar yüce bir yaratıcının eseridirler. Her insan kendi hayatını ve diğer insanların hayatını elinden geldiğince korumaktan sorumludur. Çünkü bu, esasen Tanrı’nın amacıdır ve insan bu amaca destek olmalıdır. Bu doğal hukuk yasasını çiğneyen kişiler, esasen Tanrı’ya karşı gelmiş olmaktadırlar.
Bunun vardığı nokta gündelik hayatın asli öneme sahip olmasıdır. Tanrı, insanın üretken olmasını istemektedir, insan da bu çağrıya uyarak çok çalışmalıdır. Bu ise yeni bir toplum düzeni getirir. Bu düzendeki temel ahlaki bakış açısı doğal hukuktur. Çatışma ve kavga yerine birbirlerine saygı ve kişisel gelişim temelli bir ahlak anlayışı benimsenmelidir. Böylece çalışkan ve rasyonel olmak, Tanrı’nın insandan istediği şey olmaktadır. Kişi, bu ikisi aracılığıyla hem kendi hem de başkalarının ihtiyaçlarını karşılar. Böylece kendin için çalışmak ile yardımseverlik bir araya gelir. Bu bakış açısı Taylor’a göre aydınlanma düşüncesindeki çıkarların uyumu düşüncesine zemin hazırlamıştır.
İnsanların gündelik amaçlarının aynı zamanda Tanrı’nın amaçları olarak sunulması bir bakıma günlük hayattaki kovalamacanın Tanrı’ya onaylatılması demektir. Hatta, bu Tanrı’nın insanlardan istediği şeydir. Bu sayede günlük yaşam dini bir gerekçe ile temellendirilmiş olmaktadır. Bunun devamında ise dinin ölüm sonrası hatırlatmaları da kademe kademe yok sayılmıştır. Bunlar ise yaradancılığa giden yolda iki önemli adımdır.
YARADANCILIK – DEİZM – Deizm, kelime anlamı ile Tanrı anlamına gelen Latince “deus” kelimesinden türetilmiştir. Aslında deizm, Tanrı’nın varlığına inanmak demektir. Sonraları Yunanca Tanrı anlamına gelen “theos” kelimesinden “teizm” sözcüğü türetilince deizm kelimesi farklı bir anlamda kullanılmaya başlanmıştır. Deizm’e göre Tanrı evreni yaratmış ve ondaki düzeni kurmuştur. Fakat bundan sonra bu evrene ve insanlara herhangi bir etkisi olmamaktadır.
Deizm’e göre Tanrı’nın isteği insanların iyiliği ve mutluluğudur. Bunun ötesinde bir amacı yoktur. Bu durumda deizmde odak noktası insan ve onun mutluluğu olmaktadır. Mutluluk ise, ölüm sonrası hayat reddedildiği için haz alınan şeyler ya da acının yok olduğu durum olarak tanımlanmıştır. İnsan ise, araçsal aklı kullanarak doğadaki ilahi düzeni kavrar ve var edilmiş şeyler üzerinde gelişmek ve kendini korumak için tasarrufta bulunur.
Newton ile birlikte iyice yerleşen deterministik mekanik evren düşüncesi, beraberinde mucize düşüncesinin de reddedilmesine yol açmıştır. Bu görüşe göre evren Tanrı tarafından insanın faydası için üretilmiş bir makine gibidir. Bu makine açık, anlaşılır ve değişmezdir. Bundan dolayı evrende bir Tanrı müdahelesine yer yoktur. Müdahale yoksa, mucize de yoktur. Deist anlayış, Tanrı’nın müdahalesini kendisinin koymuş olduğu değişmez düzene bir müdahale olarak görür ve bunun Tanrı açısından bir tutarsızlık olduğunu söyler.
Yine deizme göre, Tanrı’nın dünya ile ya da insanlarla direkt hiçbir ilişkisi yoktur. Tanrı’nın ilişkisi yalnızca dolaylı yoldan, evrende kurmuş olduğu düzen aracılığıyla gerçekleşir. Dolayısıyla bunun dışında Tanrı ile insan arasında kurulmaya çalışılan ilişkilerin hepsi boştur, anlamsızdır. Yani Tanrı’ya kişisel anlamda bir bağlılık duymanın, ibadetin, Tanrı’dan hayatımıza olumlu ya da olumsuz anlamda müdahale etmesini beklemenin bir anlamı yoktur.
Bu söylenenler ışığında deizmin temel iki özelliği otonom bir özne olarak insana verilen önem ve Tanrısal inayetin yok farz edilmesidir denebilir. Fakat bir süre sonra hayata müdahalesi olmayan pasif Tanrı düşüncesi varlığı ya da yokluğu insan açısından önem taşımayan bir Tanrı düşüncesine sebep olacaktır. Bu aşamaya gelindiğinde ise Tanrı’yı yok saymak, yani inançsızlık tarafına geçiş zor olmayacaktır.
NATÜRALİZM – Taylor’a göre deizmden inançsızlığa geçişte doğa /evren anlayışının değişmesi önemli bir rol oynar. Önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi büyünün bozulması ile teleolojik evren anlayışı yerini mekanik evren anlayışına bırakmıştır. Bunun sonucu ise dünyanın artık insanın fayda amacıyla tasarrufta bulunacağı bir alana dönüşmesiydi. Sekülerizme giden süreçte doğanın otonom olarak düşünülmesinden bir sonraki aşama Aydınlanma düşüncesi ile birlikte gelen doğaüstünün ya da Tanrı’nın reddidir. Tanrı’nın reddi, doğanın kendi başına bir değer olarak algılanmasına sebep olmuş, bu da materyalizme götürmüştür.
Materyalist bir dünya düşüncesi ise tabiatüstünü reddetmek yani ateizme ya da en azından Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini ileri süren bilinemezciliğe (agnostisizm) yönelmek demektir. Bu doğal ve zorunlu bir süreçtir. Akıl ve bilim geliştikçe insan sekülerleşir. Descartes bağlantısız akıl ile bu yolu açmıştı. Fakat sonuna kadar gidememişti.
Taylor anlatılan bu süreci, yani insanın epistemolojik yöntemle dinin ve metafiziğin yanılsamalarından kurtuluıp bilimsel dünya görüşüne ulaştığı, bunun da materyalizmi ve insançsızlığı doğurduğu tezini indirgeme hikâyesi şeklinde niteler. Ona göre bu tez, Batı modernitesinin geçirmiş olduğu kültürel değişmelere çok az değinir. Her ne kadar bilimsel yaklaşım değerlerden bağımsızmış gibi sunulsa da, onun arka planında da Aydınlanma ile birlikte gelen hümanizm, otonom birey olma, dünyayı fayda ekseninde kullanma, özgürlük ve insan onuru gibi insan merkezli modern ahlaki değerler vardır.
İÇKİN YAPI – Aydınlanmanın din karşıtı tutumunda başvurulan temel argüman rasyonalite ve bilimsel gelişmelerdir. Bilim ve teknolojideki ilerleme insana doğa üzerinde güç ve kontrol duygusu vermiş ve her şeyin bilimsel olarak açıklayabileceğine ilişkin bir yanılgı oluşturmuştur. Dolayısıyla insanların gerçekler karşısında inançlarını bir yana bırakmak durumunda kalacakları düşünülmüştür. Oysa Taylor’a göre buradaki durum ahlaki bir bakış açısının realiteye yenilmesi değil, bir ahlaki yaklaşımın yerini başka bir ahlaki yaklaşıma bırakmasıdır. Çünkü ortada bir ispat yoktur. Bağlantısız aklı çıkış noktası alan yaklaşımın varacağı yer zaten bellidir. Bağlantısız aklı çıkış noktası kabul etmek de başka bazı ön kabullerin sonucudur. Bunlardan en temel olanı ise dünyanın sadece içkin olarak kabul edilmesidir. Daha önceleri aşkınlığın olmadığı bir düzen düşünülemezken, şimdi aşkınlığın olduğu bir düzen düşünülemez hâle gelmiştir.
Taylor bu içkin yapıya ait olan epistemolojik yaklaşımın değerden bağımsız, nötr olmadığını düşünmektedir. Modern bilimsel epistemolojik yaklaşım ise kendisini objektif, önyargılardan arınmış bir şekilde sunmakta ve nötr olduğunu iddia etmektedir. Oysa bakıldığında mesela özneye verilen öncelik, bağlantısız özne, kendine hâkimiyet, öz sorumluluk, cesaret, otoriteden bağımsızlık, duyulara öncelik verme bu yaklaşımın değerleridir. Yani sonuç olarak modern epistemolojik yaklaşımın da arkasında birtakım seçilmiş değerler vardır.
Bu bölümde inancıyla, “realitenin gerçekleri“ni karşı karşıya koymuş ve inançsızlığa yönelmiş insanlarla ilgili güzel bir paragraf da bulunuyor. Bu inançsızlıkta insanların bilime dayalı bir dünya görüşünü, dine dayalı bir dünya görüşünden daha inanılır bulması söz konusudur. Bunu inanılır kılan ise bilimsel kanıtlamalar değil, bilimin epistemik-ahlaki yaklaşım tarzıdır. Bu arada tekrar hatırlatmakta fayda var, din ile bilimin arasına duvar ören bu anlayış, özelde Katolik Kilisesi ile arasına duvar örmektedir. Fakat dinler kategorisi isimli bir kategorinin uydurulması sonucunda onların tanımına göre dine benzeyen diğer her şey bunun sonucu olarak bilimin karşısındaymış gibi algılanmaktadır.
Tanrı’yı devre dışı bırakınca hayatın bütün alanları insan merkezli bir yeniden değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Refah, eşitlik, insan hakları, insanlığın ilerlemesi, gelişimi hep bu çerçevede ortaya çıkan düşüncelerdir. Tanrı’ya ya da aşkın bir gerçekliğe inançtan vazgeçildiğinde insanın elinde kalan yalnızca hümanizmdir. Taylor’a göre elde kalan hümanizm olsa bile, bundan iyi, refah, özgürlük ya da eşittlik gibi değerler çıkmaz. İnsani anlamda “iyi” belki insanın kendisinin, ailesinin ya da yakın çevresinin maddi refahını düşündürebilir ancak buından evrensel bir ahlak ve iyilik düşüncesi doğmaz.
FAYDACILIK – Faydacılık, Taylor’a göre Aydınlanma ahlakının üzerine oturduğu temeldir. Bu görüşün önemli isimlerinden olan Jeremy Bentham’a göre doğa insanı iki temel güdünün etkisinde var etmiştir. Bunlar haz ve acıdır. Bu bağlamda faydacılık, ahlaken yapılması gereken en uygun şeyin aynı zamanda en fazla mutluluk getiren, en fazla haz veren şey olduğunu ilerisi sürer. Yani doğal hukuk veya benzeri önceden belirlenmiş kurallar yoktur. Doğru davranış eylemin verdiği mutlulukla ilgili olduğu için zaman içerisinde değişebilir. Yani göreceliğin başka bir dipsiz kuyusu.
Faydalıcılığın bu bakış açısı dünya görüşünde de ortaya çıkar. Buna göre doğa bir tasarıya göre oluşmamıştır. İnsan en yüksek mutluluğa sahip olmak için doğaya hâkim olmalı ve hatta onu yenmelidir. Önemli olan tek şey insanın istekleridir. Bu da gündelik hayatın insani eksende tatmini demektir. Bu görüşe göre “ahlakçılar” felsefi bir gururla şeref ve nam gibi gerekçelerle hazzı reddederler. Dindarların hazdan kaçış sebebi ise korkudur. Bunlar “intikamcı” bir Tanrı’nın gelecekte vereceği cezadan korkarak hazdan vazgeçerler. Çıkış noktaları farklı olsa da asketizm her ikisinde de temel bir ilkedir.
MODERN AHLAK FELSEFESİ – Modern anlayışların temel ortak özelliği insan varlığına saygı esaslı bir yaklaşım geliştirmiş olmalarıdır. 17. yüzyılda ortaya çıkan doğal hukuk düşüncesine bağlı olarak zamanla doğal haklar düşüncesi evrensel ahlaki normlar oluşturmuştur. Bunun izleri günümüzde insan hakları düşüncesinde görülebilir. Bu evrensel, doğal haklar düşüncesinin temelinde insana duyulan saygı vardır. Bu da aslında insanın otonomluğuna duyulan saygıdır. Locke’un doğal haklarında özgürlük olarak tanımlanan bu otonomluk durumu, John Stuart Mill’de kendini belirleme özgürlüğü olarak adlandırılır. Böylece ahlak, başkasına saygı duyma çerçevesinde gelişir.
Modern ahlak düşüncesi, insanın Tanrı’nın acımasıyla hayatta kalmasını, O’nun sayesinde yaşamını sürdürebiliyor olmasını insan onuruna sığmaz diyerek reddecek kadar şaşılaşmıştır. Bunun sebeplerinden biri 17. yüzyılda gelişen modern özgürlük anlayışıdır. Bu anlayış özneyi dış otoritelerden bağımsız, kendi amaçlarını kendi belirleyen varlık olarak görür. Kant bu görüşün en bilinen isimlerinden biridir. Her ne kadar kendisi dindar bir gelenekle bağlantılı olsa da, o bu geleneğe insan-merkezci bir yön vermiştir. Ahlakın içsel kaynaklardan doğduğunu ileri sürmüş ve onu otonomiye eşitlemiştir.
Taylor, modern ahlak felsefesini oluşturan ayırt edici özelliği doğru olanın ne olduğuna ilişkin bir yükümlülük anlayışı getiren, buna karşılık iyi hayatın ne olduğuna ilişkin soruyu açık bırakmak olarak belirler. Bu bağlamda önemli olan ne yapılması gerektiği olmaktadır. İyi olanın ne olduğu sorusu önemsizdir. Üzerinde uzlaşılan bir “iyi hayat” anlayışından söz edilemez. Böylece modern ahlak anlayışında iyi olanı bir kaynak olarak görmek bulanıklaşmaktadır. Dış kaynaklara başvurmak terk edildiği için ahlakın kaynağı da içselleştirilmiş, özne merkezli yapılmıştır. Bu özne merkezli bakış açısına da dayanak olarak özgürlük, evrensellik noktaları seçilmiştir. Aslında modern ahlak, burada kendi çıkış noktasıyla çelişmektedir. Bir yandan dışsal ahlak kaynaklarını reddederken kendisi de ön-kabul niteliğinde soyut değerlerden yola çıkmaktadır.
İster modern ahlak felsefesi olsun, ister faydacılık olsun bunların ortak noktası dış kaynaklı kriterleri ve bunlar arasındaki niteliksel farklılıkları reddetmeleridir. Bir özne olarak insanın rasyonel alanda ne yapacağını kendisinin belirlemesi esas alınır. Aslında ikisinin de çıkış noktası insanın mutluluğudur. Mutluluk da insanın isteklerinin yerine getirilmesinin maksimize edilmesi ile gelir.
Sonuç olarak modern ahlak felsefesini farklı kılan husus aşkın bir kaynağa bağlı olmayan evrensel bir ideali yansıtma iddiasıdır. Taylor, bunun uygulanmasında soruınlar olduğunu söylüyor. Soyut olan bu değerler pratik hayatta insanlar tarafından ihmal edilmiştir. Hatta onlara ihanet edilmiştir. Hatırlamak gerekirse Dostoyevski’nin öngördüğü biçimde aşkın olandan kopmuş bir dünya görüşü, her şeyin mübah oluşunu beraberinde getirmiştir.
Burada Taylor, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünü de modern çağda bütün değerlerin problematize edilmesi çerçevesinde büyünün bozulması ile ilişkilendirir. Artık herkesin ortak olarak kabul ettiği bir değer yoktur. Nietzsche’nin Şen Bilim kitabında “Bütün katillerin katili olan biz, şimdi nasıl avunacağız?” sözü işte bu yokluğun getirdiği anlamsızlık duygusuyla nasıl başa çıkılacağını soran bir sorudur. O, Batı tarihinin akışını metafizik bakımdan hiçliğin ortaya çıkışı ve yükselmesi olarak anlamaktadır.
Duyuüstü olan, yani bilinmeyen alanın bırakılması insanı anlamsızlıkla karşı karşıya getirir. İnsanın tutunacağı, yöneleceği bir şey kalmamıştır. Duyuüstü dünya ile birlikte bağlayıcı, yükümlülük getiren değerler dünyası da yok olmuştur. Bunun sonucu önceki bölümlerden birinde değindiğimiz gibi hiççiliği getirmiştir.
MODERNİTENİN OLUŞUMUNDA SİYASAL VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMLER – Taylor’a göre modernitenin siyasal-toplumsal temelini yeni bir ahlak anlayışı oluşturmaktadır. Ona göre bu anlayış 17. yüzyılda din savaşlarının meydana getirdiği karmaşaya bir cevap niteliğinde ortaya çıkmış, Grotius ve Locke önderliğinde doğal hukuk adı altında sistemleşmiştir. Bu kişiler toplumun oluşmasındaki çıkış noktası olarak bireyi kabul etmektedirler. Bu bakış açısıyla toplum, belli amaçlar çerçevesinde siyasi bir varlık meydana getirmek için bir araya gelmiş bireylerin toplamıdır. Bireylerin oluşturduğu bu toplumda Tanrı’nın koymuş olduğu doğal hukuk yasası geçerlidir. Bu yasaya göre ise bütün insanlar özgür ve eşittir ve kimsenin başkasının hayatına, özgürlüğüne ve mülkiyetine zarar verme hakkı yoktur. Temel normatif ilke toplum üyelerinin birbirlerinin ihtiyaçlarını görmesi ve birbirlerine yardım etmesi, rasyonel ve sosyal ilişki kurabilen varlıklar olmalarıdır.
Taylor, bireyciliğin üzerine bu denli eğilen bir sistemin çarpıtma olduğunu düşünmektedir. Ona göre eski dinleri (?) ve metafiziği attığımız zaman ortaya bireyciliğe ve karşılıklı çıkara dayalı bir yapının çıkması beklenen bir şeydir. Fakat gerçekte durum bunun tam tersidir. İnsanlık tarihine baktığımızda çoğunlukla farklı derecelerde hiyerarşik, tamamlayıcı toplumlar yapılar görürüz. Bu toplumların yapıları, bireyciliğe oldukça uzaktır. Modern dönemde toplum bağlantısız öznelerin rızasıyla oluşturulmuş ve birey haklarını koruyan bir yapı olarak görülmüştür.
Bu bölümde Taylor’un din ile ilgili yaptığı güzel bir tespiti de aktarmadan geçemeyeceğim. Ona göre ilk dinlerde -ilk dinler ne demek, bilmiyorum ama- insanlar sosyal bir matristen ayrı olma ihtimalini düşünemiyorlardı. Onlara göre dinsel hayat ile toplumsal hayat iç içe geçmişti. Dini tecrübe ve ritüeller hep toplumsal olarak düzenlenmiş hayatın içerisindeydi. Aslında bu tanım dinin gerçek özüne bir ışık tutuyor diyebiliriz. İşte bu birlik olma durumunun modernite ile kopmuş olmasını Taylor büyük kopuş olarak isimlendirmektedir. Modern dünyada insan bu tür bir toplumla bir olma halinden kopmuştur. Dinini değiştirme veya hiçbir dine bağlı olmama da bu kopuşun yansımalarından ikisidir. Taylor’a göre bu kopuşun sebeplerini çözümlerken ilk dönem dinlerinin ve küçük ölçekli toplumların hayatına bakmanın ve öznenin toplumsal hayata nasıl bağlı olduğunu görmenin faydaları vardır. Bu toplumların hemen hepsinde dinsel ve toplumsal hayat ayrımı yoktur. Bu ikisi iç içedir. Tanrı ile ilişki öncelikle bireysel olarak değil, toplumsal olarak kurulmaktadır.
Modernliğin Doğurduğu Problemler
Bu yeni dünya görüşünün (=dinin) modern toplumun inşasındaki rolünü açıkladıktan sonra Taylor, bu durumun meydana getirdiği sorunlara değiniyor. Bu sorunların başında bireyciliğin kendisi geliyor.
Bireycilik
Bireyciliğin kendisi modern bakış açısına göre çağımızın en büyük kazanımlarından biridir. Bu bakış açısına göre insan kendini aşan kutsal, aşkın emirlerin baskısına maruz bırakılmamalıdır. Yani toplum özgürlük dinine boyun eğmelidir. Bugün papağan gibi tekrarlanan özgürlük sözcüğü “neyden özgürlük?” sorusu sorulmadıkça boşuna tekrarlanmaktadır. Sorunun cevabı ise çoğunlukla yükümlülüklerden özgürlüktür. Modern insanın bu duruma ulaşabilmesi bir yerde geleneksel hiyerarşik yapıların sona ermesiyle mümkün olabilmiştir. Bu geleneksel hiyerarşik düzen her ne kadar insanı bazı konularda sınırlasa da aynı zamanda ona bir anlam yüklemekteydi. Geleneksel “büyünün bozulması” ile birlikte bu anlam da yok olmuştur. Anlamını kaybeden insan için bu dünyanın ötesinde bir amaç da kalmamıştır. Hatırlanacağı gibi Nietzsche, bu duruma ulaşmış insanları “acınacak rahatlıkları” dışında bir şeyleri olmayan insanlar olarak tanımlamıştı. Toplumsal bakış açısını kaybeden insan için artık hayatın anlamının ne olduğu sorusunun cevabı yoktur. Yalnızca gündelik isteklerinin tatmini söz konusudur. Anlam adına sorulacak tüm soruların cevabı yalnızca budur.
Ahlaki Rölativizm – Otantik Ahlak Çelişkisi
Bu göreceli ahlaki tutuma göre herkes değerlerini kendisi belirler. Ortak olarak buluşulacak hiçbir değer yoktur. Herkesin değerleri kendi seçimidir ve sadece bu sebeple saygıya layıktır. Bu nedenle kimsenin bir başkasının değerlerini sorgulamaya hakkı yoktur. Yani kimse kimseyi yargılamaz. Yargının olmadığı yerde iyi ve kötü farkı silikleşir, bir süre sonra da yok olur. Böylece rölativizm ilkesi, insanların birbirlerine saygılı olması ilkesine de bağlanmaktadır. Böyle bir bakış açısı insanın dini, tarihi, siyasi meseleleri karşı kayıtsız kalması ve yalnız kendi benliği üzerine odaklanması sonucunu doğurmaktadır. Bu ise her türlü yükümlülüğü bir kenara bırakıp rahatlık bataklığına batmaya yol açmaktadır.
İnsan iyi ve kötü ile ilgili karar verdiğinde bir dayanak noktasına dayanarak hareket etmektedir. Otantik ahlak denilen ahlak, bu dayanağın yerini kişisel isteklere bırakmıştır. Otantik ahlak herkesin, din, toplum, siyasi otorite veya daha önceki nesil tarafından oluşturulan hazır bir modele teslim olmadan kendi yolunu kendisi bulması demektir. Psikolojik terapilerde “kendini aramak”, “kendini gerçekleştirmek”, “gerçek kendini ortaya çıkarmak” benzeri telkinler bu kültürün sonucudur. Dayanak noktasının kaybedilmesi, iyi kötü ayrımı yapılırken kullanılan kıstasların da yitimini beraberinde getirir. Bu kıstaslar olmadığında ise ne belli seçeneklerin ne de o seçenekler arasından bir seçim yapmanın bir anlamı kalmaz. Yani, herkesin seçimine saygı duyma buyurulurken seçme kriteri ortadan kaldırıldığı için seçimin kendisi anlamını kaybetmektedir.
Kendinden başka hiç bir şeye karşı sorumluluk taşımamak, kendinden başka bir ölçü kabul etmemek her türlü anlamı ortadan kaldırmak ve bayağılığa giden yolu açmak demektir. İnsanın kendi içinde bulunduğundan başka hiçbir şeyi kabul etmemesi, bir bakıma önem taşıyan her şeyi ortadan kaldırmak ile eş anlamlıdır. Daha ne bir ifadeyle, salt bir öznelcilik hiçbir şeyin anlamlı olamayacağı anlamına gelmektedir. Bazı seçimler diğerlerinden anlamlı olmadıkça seçimin kendisine değer atfetmek anlamsızdır. Aslında bu bildiğimiz her şeye terstir. On binlerce yıldır insanoğlu böyle yaşamadı. Yaşayamadığı için de bu şekilde kurulmuş bir düzen uzun süre diri kalamadı. Modernitenin eski diyerek aşağıladığı, hayatından kovduğu şeyler, belki de binlerce yıldır insanların yaşamlarını anlamlı kılan şeylerin bir kısmıydı. Moden insan, her ne kadar çoğunlukla farkında olmasa da yaptığı bu hatanın bedelini yine kendisi ve toplumuna ödetmektedir. Bu, Allah’ın yasalarına uymamanın bedelidir. Yasanın dışına çıkmak mümkün değildir. Çıktığınızı sandığınız an, aslında yasaya uymamanın bedelini ödeyeceğiniz yasasıyla başbaşa kalırsınız.
Araçsal Akıl
Ben merkezli bir ahlak anlayışı beraberinde doğaya ve topluma araçsal aklı ön plana çıkaran bir yaklaşımı getirir. Araçsal akıl denilen şey belli bir amaca ulaşmak için araçların en etkili ve “ekonomik” olarak nasıl kullanılacağının hesaplanmasıdır. Büyünün bozulması ile birlikte evren anlamını kaybettiği, varlıklar ya da doğa Tanrı’nın eseri olarak görülmediği için her şey çıkar uğruna kullanılmaya açık hale gelir. Her şey kişinin mutluluğu için kullanılacak araçlar haline döner.
Özgürlük Kaybı
Her ne kadar modernite içerisinde yönetim demokratik bir yapıya sahip gözükse de var olan sorunlardan biri bireyin özgür olamamasıdır.İnsanlar kendilerinden başka hiçbir şeyle ilgilenmediklerinde, içine kapanmış bireylere dönüştüklerinde toplumda çok az kişi yönetime ilişkin bir konuya katılım gösterir. Bireysel doyum kişiye verildiği sürece çoğunluk kendi hayatının tadını çıkarmaya bakacaktır. Böyle bir durumda göz önünde gözüken demokratiktir, düzenli seçimler yapılmaktadır. Fakat her ne kadar zorbalık gözle görünür biçimde var olmasa da, artık söz hakkı çok sınırlıdır.
Hayatın Anlamına Yönelik Kayıp
Taylor, modernite ile birlikte ortaya çıkan temel problemlerden birinin de hayatın anlamının kaybolmasıdır diyor. Yaşanan süreç sonucunda ortak kabul edilen tüm değerler ya reddedilmiş ya da sorunlu hale gelmiştir. Dolayısıyla hayat bir anlam arayışına dönüşmüştür. Modernlik öncesi dönemde bu çok nadir olan bir durumdu. Modern insan özgürlüğü, sözde birey olmayı kazanma uğrunda hayatının anlamını neredeyse tamamen kaybetmiştir.
Taylor’a göre büyüsü bozulan dünyada anlamsızlık olağanüstü artmıştır. Bu problemin temelde tamponlanmış benlik ile alakalı olduğunu savunmaktadır. Tamponlanmış benliğin metafizik alandan etkilenmiyor oluşu insanı belki kötü ruhlardan (?) korumuştur ancak bununla birlikte insan için anlam alanı da oldukça daralmıştır. Bugün çevremizde görüp durduğumuz suratlardan fışkıran anlamsızlık ve boşluk hislerinin ortaya çıkma sebeplerinden biri budur. Bu hisler genç yaşlarda kimlik bunalımı, orta yaşlarda ise orta yaş krizi denilen şekilde ortaya çıkabilir. Fakat esas sorun hayatın anlamı sorunudur. İnsan, günlük hayatındaki sıradan olsa bile her davranışının arkasında bir anlam arar. Bir gün mutlaka bütün bu yaptıklarını neden yaptığını, niçin yaşadığını da sorgulayacaktır. Sabah yataktan çıkma sebebini arayacaktır.
İnsanın bu hayata anlam verme çabası basit bir istekten ibaret değildir. Onda, şeylerin anlamını bilmeye yönelik güçlü bir sezgi vardır ama modern dünya bu anlam arayışı karşısında suskun kalmaktadır. Böylece insan hayal kırıklığına uğrar. Bu dünya insandan beklenen bir şeyin olmadığı bir dünyadır. İlahi gazap da, günahına karşılık bir ceza da, yaptıklarına karşılık bir ödül de söz konusu değildir. İnsanın başarması gereken bir kader ya da amaç yoktur. Camus, insanın anlam arayışını ve evrenin bu arayışa kayıtsız kalmasını absürt olarak tanımlıyordu. Taylor bu tanımı sorunlu bulmaktadır. Çünkü absürtlük ancak anlam beklentisinin bulunduğu yerde olur. Arayışa karşı kayıtsız olduğu baştan kabul edilen bir evrende anlam arayışında bulunmak zaten daha baştan çelişkili olmaktadır.
Araçsal Akıla Yönelik Romantik Tepki
Araçsal akıl, Taylor’a göre insanda duyguların ihmal edilmesine yol açtığı için tepki görmektedir. Bu tepkinin önde gelen isimleri olarak Goethe ve Schiller sayılır. Onlara göre insan, araçsal akıl kullanımı sırasında duygularını ve yaratıcılığını kurban etmektedir. Çünkü rasyonel düşünce duyguları bastırmaktadır. Ayrıca akıl, sınırlandırılmadığında aşırı kibir ve gurur yüzünden kendine ve doğaya da zarar verebilir. Romantik tepki, kendi içerisinde modern dünyanın ve modern bireyin kaybettiği derinlik ve bütünlük duygusunu da yoğun bir şekilde vurgular. “Artık yüzeyde yaşıyoruz ve hayatımızı dönüştürecek anlamlardan yoksunuz. Çağımızın ıstırabı, insanın hissettiği acılar değil, acı çekmekteki yetersizliği ve duygusuzluğudur.” der. Bunun sonucunda insan, can sıkıntısı, ne yapacağını bilememe, tatmin olmayan duygular, var olmanın yüzelselliği, yaptığı işlerden hoşnut olmama gibi negatif duygulara sıkça kapılır. Kimi tanrıtanımazlar (ateist) bu hisleri telafi etmek için sanatla ilgilenir, konserlere gider, edebiyatla uğraşırlar.
Sonuç Bölümü
Sonuçta Taylor’a göre, modernliğin getirdiği yeni dünya görüşünün “din” kaynaklı değerleri ispatlarla yendiği düşüncesi bir yanılgıdan ibarettir. Modern görüş, iddia ettiğinin aksine değerden bağımsız, tarafsız bir yaklaşıma sahip değildir. Bu düşüncenin de oluşum süreci itibariyle sahip olduğu belli ön kabuller, değerler vardır. Bu bağlamda modernitenin kendisi bir keşif değil, inşadır. Bu inşa, modernlik öncesi dönemdeki ruhsal olanla maddi olan arasındaki geçişken yapıyı yok etmiş, geriye yalnızca maddi olanı bırakmıştır. Sonucunda Tanrı başta olmak üzere metafizik /aşkın nitelikteki bütün varlıklar, düşünceler problemli bir duruma gelmiştir. Bu nesneleştirme, eski teolojik evren anlayışını da ortadan kaldırdığı için yerine deterministik doğa yasalarına bağlı mekanik bir evren anlayışı getirmiştir.
Kutsal olanın hayattan çekilmesi ya da belki de kutsal olanın günlük hayata çekilmesiyle beraber “dine” ait gizem ve sır kovulmuş, bu da hümanizmin yükselmesinde etkili olmuştur. Reform ve Protestanlık da Tanrı’nın hedefini gerçekleştirecek yer olan günlük yaşamı göstererek hümanizmin yolunu açan etkenler olmuşlardır. Devamında doğal hukuk gibi kavramlarla Tanrı’nın amacı ile insanın dünyevi amaçları eşitlenmiştir. Bu dolaylı olarak Tanrı’ya sadece kurucu bir rol biçmeye eşdeğerdir. Böylece Tanrı insanlarla kurmuş olduğu düzen aracılığıyla ilişki kurar. Bir sonraki süreç ise Aydınlanma ile birlikte gelen doğaüstünün tamamen reddi olmuştur. Ahlakın dayanacağı tüm dayanaklar yok edilince ise insanın isteklerinden fedakarlık etmesi anlaşılabilir bir durum olmaktan çıkmıştır. Geriye ise sadece insanların birbirlerine saygı çevresinde şekillenen bir ahlak tanımı kalmıştır. Modernlik öncesi kendisini belli bir sosyal matrisin dışında düşünemeyen insanlar, bu sosyal değişim sonucunda bir aidiyet duygusunun dışında var olabilme yetkinliğine (!) ulaşmışlardır.
Fakat bu denli bireyselleşen insanlar bunun cezasını her gün yaptıkları seçimlerle ödemeye devam ediyorlar. Bireye takılıp kalan insan, geniş bakış açısını kaybetmiş ve yalnızca kendi zevkini, konforunu düşünen bencil yaratıklara dönüşmüştür. Bireyin özgürlüğü ve bu denli yüceltilmesi sonucunda yapılan her seçimin saygıya layık olduğu dogmasını da beraberinde getirmiştir. Gözden kaçan ise şudur, böyle bir bakış açısı yapılan tüm seçimleri değersizleştirmektedir. Çünkü yargılamanın olmadığı yerde iyi de kötü de yoktur. Böyle olunca XX kromozomlu doğmuş olmasına rağmen size kendini XY kromozomlu diye yutturmaya çalışan sahtekarların seçimine bile saygı duymak zorunda kalırsınız. Bunun devam ettirilemeyeceği apaçıktır. Zırva tevil götürmez denilmiştir.
Tüm bu yaşananlar sonucunda anlam kaybını getirmiştir. Her ne kadar aktarılanlara göre bu düşüncelerin üretildiği dönemlerde esas sorun anlam değil, ilahi kayraya nasıl ulaşılacağı olsa da zaman içerisinde yapılan yanlış sapmalar günümüzde durumu anlam kaybına kadar sürüklemiştir. Artık insanlar özgür (neyden özgür?) olsalar da yaşamlarına anlam vermekte zorlanmakta ve kendilerini kayıp hissetmektedirler. Bu, insanın aşkın olan ile bağlantısını koparmaya yönelik düşüncesiz davranışının sonucunda ödediği bedelin yalnızca bir kısmıdır. Modernitenin getirdiği sorunların büyük bir çoğunluğu işte bu anlam yitiminden kaynaklanmaktadır. Aşkın olan ile bağlantıyı kopartan insan, bunun bedelini intiharla, depresyonla, anlamsızlıkla, güvensizlikle ödemektedir. Eğer yanlışta ısrar etmeye devam ederse, bu defa yok olmakla ödeyecektir. Çünkü bu Yüce Yaratıcı’nın yasasıdır. O’nun yasasıyla uyum içerisinde olmayan dünya görüşlerinin (=din) yok olacağı şüphesizdir.
- Hristiyanlıkta yapılan ayinlere verilen ad.↩
Merhaba. Sade, anlaşılır bir özet olmuş. Emek vermişsiniz, sağolun.
Hayatımda gördüğüm en büyük dogma batının son üç yüz yılda ortaya çıkardığı zırvalar bütünüdür. Yani dogma olur tamamda bu kadar olmaz. Batıya bakınca güleyim mi ağlayayım mı diye düşünüyorum, o derece dogmatikler. yani tarikatlerden cemaatlerden önce batıcı zihniyeti yıkmamız lazım. “sadece Kuran” akımı %90 batıcı yorumu izliyor. aslına bakılınca çok yeni bir hareket değil 19. yüzyılın sonlarına doğru batıya özenme şeklinde ortaya çıkan; Kuran da ilerlemeci, bizde bilim yapalım… hareketleri bugün de devam ediyor. buradaki temel problem Kuran’ın inşa ettiği ahlak(=din), yaşam tarzı(=din) gözardı ediliyor. sanki en büyük problem bilimsizlik, ilerlememek gibi çözüm buldukları alanlar saçma. Tanrı ribayı kesinkes yasakladı ama kimse bunu umursamıyor; bir taraf “başörtüsü de başörtüsü” diğer taraf “bilim de bilim” dogmatiklikde yarış var adeta. Ahlak iki taraf tarafından da umursanmıyor, çünkü göremiyorlar; sorun ahlaksızlık. Körler, sağırlar, dilsizler…
“Sadece Kuran”cılığın bir düşünce kampı veya bir mezhep olmadığını fark etmemiz gerek. Bu olsa olsa bir ilke olur, bir yaklaşım olur. Bu ilkeyi savunanlar hakkında genellemeler yapabiliriz elbette. Ama bu ilkenin yeni olduğunu söylemek büyük hata olur. Ya ilk yüzyıllarda herkes “sadece Kuran”cı idiyse mesela? “Kuran+sünnet”çiler veya “Kuran+X”çiler piyasada yoksa niye insanlar “sadece Kuran” adını türetsinler ki? Hani bağımlılık sorununun olmadığı yerde bağımsızlık kavramının türetilmemesi gibi. Elçi ölür ölmez münafıkların iktidara gelmesini, bilginleri öldürmeleri ve kitapları toplatmalarını, Moğolların kütüphane yakmalarını hesaba katarsak o zamanların düşüncesinin bugüne neden ulaşmamış olduğunu anlamamız kolaylaşır.
Sayın Muhammed”Allah ribayı kesinkes yasakladı fakat kimse bunu önemsemiyor”önermesi “Allahın ribayı kesinkes yasakladığını herkes biliyor fakat çözüm üretme kapasitelerini yitirdikleri için birşeyler yapamıyor” şeklinde değiştirmek gerek. Örneğin diyanetin “Ev alırken faizli işlem olabilir” cümlesine ülkedeki tüm kesimler itiraz etti. Yani faizi meşru görme gayreti şu anda faizle yaşayan tüm toplum tarafından reddedildi. Ne ilginç cümle ne ilginç ülke.
Tam karikatürlükmüş. Biri bunu çizsin veya fıkra biçiminde yazsın. 🙂